Doğru bu. Yanlış o. İyi budur, kötü odur. Kafamızda kurallar, kalıplar oluşturur, sonra bu kalıplara asker gibi sıralarız her şeyi. Hatta hayatımızı bile paketleyip kılıflar geçiririz; o kılıflar, doğrularımızı ve yanlışlarımızı kollayan muhafızlar gibi. Bizse bu kılıf arkasında, “derinlemesine” düşündüğümüzü sanarak yaşarız. Hedonistler, Aristocular, “ahlak toplumu dize getirir mi yoksa toplum mu iyiyi kötüyü yaratır” diye kafa patlatanlar. O hengamede lisede üçüncü sınıftayken, felsefe hocası bir gün sorar: “Kötü nedir? İyi nedir? Kimin iyisi?” O an cevabın bizde olmadığı aşikârdır. Bildiğimiz tek şey, sınavı geçecek kadar bilgimizin olması gerektiği. O anda zihnimiz, kantin tostuna kadar kısa devre yapar.
Çocukken büyümeyi merak ederdim. Nereye erişince büyümüş olacağımı. İlk topuklu ayakkabımı giydiğimde mi? Yoksa ilk kez direksiyonun başına geçtiğimde mi? Belki de insanların artık beni şaşırtmaz hale geldiği gün. Çaya şeker atan biriyle didişmeye başladığım an mesela. Ya da, ak sakallı bir dede rüyama girecek ve alnıma üfleyip “Büyüdün” diyecek. Büyüdüğümü nasıl anlayacaktım? Bir işaret, lamba, tuş, komut? Yokmuş öyle bir şey. Meğer, büyümek, felsefe dersinde sorulan o sorulara kendinle baş başa kaldığında tekrar tekrar kafa yormaya başladığın o yerde başlıyormuş.
Büyümek bir yerde, zihnin sana sürpriz partiler düzenlemesi demek aslında. Kendini şaşırtıp kendine alkış tutuyorsun. “Bok gibi hissetme” duygusunu elle tutulur, gözle görülür hale getiriyorsun. Heykelini bile yapabilirsin istersen. Üstelik bir yerleri istediğin gibi olmadı diye mırıldanıyorsun: “Merhaba, bok gibi olmanın heykelini yaptım, ama şu kısmı istediğim gibi olmadı.” O da mı kötü oldu? Evet, bok gibi. Neyse, burası tam da böyle bir yer; çelişkilerle dolu, tam bir delilik diyarı. Eskiden üzüldüğün her şey anlamını yitirirken, göz ardı ettiğin şeyler ayağına dolanıyor.
Peki, kendimize fazla mı yükleniyoruz? Şaka yapıyorum, tabii ki yükleniyoruz. Üstelik bunu sorgulamanın da çoktan saati geçti. Doğumdan beri herkes herkese, kendimiz kendimize, bir yük taşıyoruz. “Bir şey” olmak istiyoruz, hatta “bir şey” olarak anılmak. İyi mi kötü mü? Eh, artık fark etmez oldu. Büyümek bu diyardayken, bir şeyi öylesine yapıyor olmanın amatörlüğü de ağır geliyor insana. Çünkü amatör olmak, komik olmaktır; komik olmak ise kabul görmez. Zincirleme baskının ta kendisi. İyi heykeli de çıkar.
İşte, hepimiz kolektif bir yük taşıyoruz, düşüncelere, kalıplara; ağır yargılara sımsıkı tutunmuş vaziyette. Kendimize ne yapıyoruz peki? Büyümekten vaz mı geçiyoruz? Şayet gün olur da düşünmemeyi öğrenebilirsek, bu başarıyı meşru kılalım. Bunu başaranın alnından öpelim.
Şimdi merak ediyorum: Beynimi sıkan çivileri gevşetsem, duvardaki tablolar düşer mi? Düşersem, kötü mü olurum? Dayanabilir miyim? Dayanabilenlerden olmak, iyi mi? Ey öğretmenim, ben söyleyebilir miyim?
İyi ve kötü, aslında içimizdeki toplu iğneyi ne kadar derine ittiğimizin ölçü birimi değil de nedir?
<eylül>